İçeriğe geç

Kategori: Tükürme

Edebiyatın Tahrifatı: Faydanın Tiranlığı ve Sistemin Steril Filtresi

Modern ben, varoluşunu bir verimlilik tablosuna indirgemiş durumda. Güncel olanın, yani o neo liberal düzenin yarattığı rasyonel kaosun içinde, her birey, kendi varlığını sürdürebilmenin, o boğucu gelecek kaygısı ve anlık geçim sıkıntısı ile boğuşmanın derdinde. Bu ben, zamanını bir meta olarak kodlamış, tükettiği her şeyi bir yatırım aracına, bir kâr-zarar dökümüne tahrif etmiştir. Sanat, bu denklemde, estetik bir idrak alanı olmaktan çıkıp, faydacı bir verimlilik aracına dönüşmüştür. Sorun, bizim birbirimize sorduğumuz ‘Ne veriyoruz?’ sorusundan çok, okurun edebiyatın kapısını ‘Bana ne katacak?’ anahtarıyla açmaya çalışmasıdır.

Bu, faydacılığın en steril, en protestan ahlakıdır. Okur, eline aldığı metinden, tıpkı tükettiği bir fintek uygulamasından veya kişisel gelişim seminerinden beklediği gibi, doğrudan, ölçülebilir ve nesnel bir sonuç bekliyor. Metin, onun hayatını şekillendirebilecek pratik bir fayda sağlamıyorsa, sözde değerli vakit ona harcanamaz. Edebiyat, bu rasyonel ben için, finans veya startup kültürü gibi kurgu dışı kategorilerin gerisinde kalan, lüks ve verimsiz bir uğraştır. ‘Beni geliştirmeyecekse, bana pratik bir çözüm sunmayacaksa neden?’ sorusu özgür sanata ve yaratıcılığa karşı modern tiranlığın ta kendisidir.

Çünkü bu bakış açısı, edebiyatın doğasını, onun değişken işlevini bütünüyle ıskalamaktadır. Edebiyat tarihi, okura yeni bir şey öğreten, onu nesnel olarak geliştiren bir broşürler tarihi değildir. Edebiyatın asıl gücü, o zaten bildiğimiz şeyleri, o bastırılmış gerçekleri, o kolektif travmaları alıp, onları ben’in daha önce hiç bakmadığı bir açıdan göstermesidir. O, bilgi vermez; idrak ettirir. O, rasyonel çözümler sunmaz; o, rasyonel düzenin yarattığı tahrifatın neşterle deşer. Ve bunu yaparak, binlerce yıl boyunca, o atomize olmuş benler arasında empati dediğimiz o kolektif bağı kurmuştur. Faydacılığın tiranlığı, işte bu bağı, bu biz olabilme potansiyelini yok etmektedir.

Ancak sancının asıl kaynağı, bu tahrif edilmiş talepte değil, bu talebi bir sistem haline getiren yapısal çürümededir. Yayınevleri, o eski edebiyat yuvası, yeni seslerin keşfedildiği atölyeler olmaktan çıkmıştır. Onlar, bütünüyle, sistemin kâr kovalayan, rasyonel şirketlerine dönüşmüştür. Piyasayı domine eden o buruk fısıltı, ‘Okur bunu almaz’ korkusu, editöryal riskin, yani çağdaş edebiyatın can damarının üzerine çökmüştür.

Bu sistem, yeni yazarı, o potansiyelli beni, varoluşsal bir tahrifata zorlamaktadır. Yeni sesler artık yazmak istediklerini değil, yayınevlerinin o steril filtrelerinden geçebilecek, gelir getirebilecek, satılabilir formatları yazmak zorundadır. Durumun çıplaklığı ortadadır: Sistemin kâr marjına uymayan, o rasyonel formata direnen dosyaların kabul şansı, o zarafetten yoksun mekanik düzen içinde neredeyse yoktur. Buna rağmen, her zamanki kadar yetenekli, nitelikli, anlatacak şeyi olan benler hâlâ oradadır.

Ancak onlar, sıkıcı ya da tek düze oldukları için değil, satılabilir formatta olmadıkları için, sistemin kâr marjına uymadıkları için gölgededir. Edebiyat, bugün, okurun faydacılığı ile yayıncının kârlılığı arasında sıkışmış, nefes alamayan bir organizmaya dönüşmüştür.

Bu yüzden, o gerçek edebiyatı, o geleceğe dönük, o sıkıcı bulunmayan metinleri, artık büyük yayınevlerinin parlak, steril çok satanlar raflarında aramak beyhude bir çabadır. Onları, sistemin çatlaklarında, internetin kuytu köşelerinde, el basımı ya da dijital fanzinlerin kolektif üretim alanlarında, forumların dijital duvarlarında aramak zorundayız. Çünkü sistem, onları o kuytulara sıkıştırmıştır.

Sorun, ‘okura ne veriyoruz?’ sorusunun cevabındaki kalitesizlik değildir. Sorun, o parlatılma mekanizmasının, o vitrin düzeninin, o rasyonel filtrenin kendisindedir. Üretilen işlerin kalitesinde değil, o işlerin sistem tarafından nasıl görünmez kılındığında, nasıl bastırıldığındadır. Gerçek edebiyat üretiliyor; sadece biz, paslı sistemin bize gösterdiği yere baktığımız için onu göremiyoruz.

Edebiyatta Kolektif Üretim

Modern dünyanın bize dayattığı en keskin, en steril yanılsama, “birey”in kendisidir. Neo-liberal bir akvaryumda, kendi yansımamıza bakarak yüzdüğümüzü sandığımız bu izole varoluş, edebiyatı da bir zehir gibi sardı. Edebiyat, parlatılmış bir “ben”in, tekil bir dehanın monologuna indirgendi. Yazar, pazarın talep ettiği, imzası metinden daha değerli bir markaya dönüştü. Oysa bu, tarihin ve sanatın doğasına aykırı bir tahrifattır. Çünkü “ben” dediğimiz şey, “biz” olmadan nefes alamaz. Dilin kendisi kolektiftir; kullandığımız her kelime, binlerce yıllık bir kolektif hafızanın fosilidir. Bugün, bu atomize edilmiş edebi iklimde, kolektivizmden ve kolektif üretimden bahsetmek, modası geçmiş bir siyasi broşürü karıştırmak gibi gelmiyor. Aksine, bu, gerçekliğin çatlağından sızan, acil ve zorlu bir direniş pratiğidir. Tıpkı Afro-sürrealizmin bireysel bilinçaltını değil, bastırılmış bir kolektif hafızayı kazıması gibi, kolektif üretim de edebiyatı bireysel psişenin dar koridorlarından çıkarıp, tarihin, toplumun ve ortak bilincin arenasına taşır. Bu, “Ben değil, biz olun” çağrısının edebi yankısıdır.

Peki, nedir bu “biz”in edebiyatı? Ve neden ona, bugünün boğucu bireyciliğinde her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var? Kolektif üretimi anlamak için önce onun neyi reddettiğini görmek gerekir: “Yazar-deha” miti. Romantizmin miras bıraktığı ve kapitalizmin parlattığı bu mit, eseri, ilahi bir ilhamla kutsanmış tekil bir zihnin ürünü olarak pazarlar. Oysa bu, bir aldatmacadır. Her metin, bir diyalogdur. Homeros denilen o devasa gölge, tek bir adam değil nesiller boyu aktarılan sözlü bir geleneğin, kolektif bir destan hafızasının kristalleşmiş halidir. Dede Korkut hikâyeleri, tek bir ‘ben’in mi, yoksa bir bozkırın ortak ruhunun mu ürünüdür? Edebiyat, doğası gereği kolektiftir. En ‘özgün’ yazar bile, kendinden önce yazılmış metinlerin, içinde yaşadığı toplumun ve soluduğu dilin bir devamıdır. Sorun, bu kolektif doğanın inkâr edilmesidir. Kolektif üretim kültürü ise bu inkârı kırar; maskeyi düşürür ve “yazar”ı, ait olduğu o geniş insanlık korosuna iade eder.

Bu “yazar-deha” mitinin en ironik yıkımlarından biri, belki de kozmik korkunun babası H.P. Lovecraft’ın öncülük ettiği Cthulhu Mitosu’dur. Lovecraft, çoğu zaman bireyci izolasyonun ve varoluşsal anlamsızlığın timsali olarak görülür; hikâyelerindeki “ben”, evrenin kayıtsız kaosu karşısında aklını yitiren, önemsiz bir toz zerresidir. Ancak Lovecraft’ın dehası, tam da bu “ben”in sınırlarını aşan bir şey yaratmasında yatar. O, yarattığı tekinsiz panteonu, Necronomicon gibi yasaklı metinleri ve isimsiz dehşetleri bilinçli olarak paylaşıma açtı. August Derleth, Clark Ashton Smith, Robert E. Howard ve daha niceleri, bu Mitos’a kendi tuğlalarını ekledi. Ortaya çıkan şey, tek bir “ben”in hayal gücünün çok ötesinde, yaşayan, nefes alan, kolektif bir kâbustu. Mitos, onu başlatan zihni aştı ve tıpkı Necronomicon‘un kendisi gibi, sayısız yazarın katkısıyla “gerçekleşen” kolektif bir metne dönüştü. Cthulhu Mitosu, bireysel dehanın değil, kolektif bir evren inşasının gücünü kanıtlar; “biz”in yarattığı dehşet, “ben”in yaratabileceğinden her zaman daha büyük ve daha kalıcıdır.

Kolektif üretim, soyut bir felsefe değildir; somut, uygulanmış ve sarsıcı sonuçlar doğurmuş bir pratiktir. Sürrealistler, “ben”in tiranlığını kırmak için bilinçaltına yöneldiklerinde, bunu bile kolektif bir yöntemle yaptılar. Bir kâğıt parçasının sırayla katlanarak, her bir katılımcının bir öncekinin ne yaptığını görmeden bir kelime veya çizgi eklediği “cadavre exquis” (Nefis Kadavra), bireysel mantığın ve egonun denetimini kıran bir oyundu. Ortaya çıkan şey – “Nefis kadavra, yeni şarabı içecek” cümlesi gibi – tek bir zihnin üretemeyeceği, tuhaf ve sarsıcı bir kolektif rüyaydı. Bu, bireysel psişenin değil, ortak bir arzu makinesinin ifşasıydı. 1960’larda Fransa’da ortaya çıkan Potansiyel Edebiyat Atölyesi, kolektivizmi farklı bir düzleme taşıdı. Onlar, “ilham” denilen o romantik safsatayı reddettiler. Edebiyatın, matematiksel ve yapısal kısıtlamalarla üretilebileceğini savundular. Bu katı kurallar, yazarın bireysel egosunu ve alışkanlıklarını kıran bir dış yapı, kolektif bir iskele görevi gördü. Bu, yaratıcılığın bireysel bir patlama değil, kolektif bir disiplin olabileceğinin kanıtıydı.

Belki de günümüzdeki en sarsıcı ve politik kolektif üretim örneği, İtalya’dan çıktı. 1990’larda “Luther Blissett” adını kullanan bir grup aktivist ve yazar, “Q” adlı tarihi romanı yazdı. 2000 yılında “Wu Ming” (Çince’de “isimsiz” anlamına gelir) adını alan bu kolektif, “yazar” denilen markayı reddeder. Onlar için yazmak, bireysel bir ilham eylemi değil, “politik bir üretimdir.” Bir “ben” olarak değil, bir “biz” olarak konuşurlar. Bu, sadece birlikte yazmak değil; aynı zamanda piyasanın “dâhi yazar” fetişizmine, “Ben değil, biz olun” diyerek doğrudan bir saldırıdır.

Bugün bu kültür, internetin anonim yapısında yeniden doğuyor. SCP Vakfı projesi, binlerce yazarın ortak bir evren yarattığı devasa bir kolektif korku metnidir. Hiçbir “merkezi yazar” yoktur; evren, “biz”in katkılarıyla büyür. Benzer şekilde, hayran kurgusu toplulukları, mevcut anlatıları alır ve onları kolektif olarak yeniden yazar. Bu, modern bir sözlü gelenektir; mitlerin ve folklorun dijital çağdaki yankısıdır.

Edebiyatta kolektif bir üretim kültürünün oturması, sadece “farklı” metinler yaratmakla ilgili değildir. Bu, varoluşsal ve politik bir dönüşüm hedefidir. Günümüz yayıncılığı, metni değil, yazarın imajını satar. Kolektif üretim ve özellikle anonimlik, bu denklemi bozar. Eseri, bir “yıldız”ın mülkü olmaktan çıkarır ve onu kamusal bir değere dönüştürür. Hedef, edebiyatı bir meta olmaktan çıkarıp, kolektif bir eylem alanına dönüştürmektir. “Ben”in anlatısı, kaçınılmaz olarak tekildir. Kolektif üretim, doğası gereği çok sesli ve üretkendir. “Biz”in içine; azınlıkların, dışlanmışların, susturulmuşların sesleri sızar. Wu Ming’in “Q”da yaptığı gibi, tarihin unuttuğu kolektif öznelerin hikâyesini anlatmak, ancak kolektif bir bilinçle mümkündür. Bireysel yazarın yapamayacağı kadar karmaşık, çok katmanlı ve çelişkili dünyalar yaratır.

Modern birey, “toplumdan kopuk… soyut dertlerin peşinden sürüklenen” bireydir. Yabancılaşmıştır. Kolektif üretim, bu yabancılaşmaya karşı bir panzehirdir. Sanatsal üretimi, izole bir mastürbasyon olmaktan çıkarıp, sosyal bir eyleme, bir “birlikteliğe” dönüştürür. Bu, sanatçının egosunu çözerek onu toplumuyla yeniden bütünleştiren politik bir terapidir. Sistem, bizi “birey” olduğumuza inandırarak böler ve yönetir. Kolektif üretim, bu bölünmeye karşı fiili bir direniştir. “Ben” demek yerine “biz” diyen bir sanat pratiği, sistemin bireycilik üzerine kurulu temel kodlarına bir virüs gibi saldırır. Bu, sadece bir “hafıza pratiği” değil, aynı zamanda aktif bir “gelecek pratiğidir.”

Edebiyatın kolektif bir kültüre oturması, bireysel yaratıcılığı yok etmez; onu ait olduğu yere, yani toplumsal olana iade eder. Tek bir sesin çığlığı yerine, bir koronun gücünü koyar. Modern dünyanın bize sunduğu birey aynası, paslı ve çatlak bir aynadır; sadece kendi yorgun yüzümüzü yansıtır. Kolektif üretim ise, o aynayı kırmak ve onun, Afro-sürrealist bir ifşa anında olduğu gibi, “binlerce yüzün üst üste binmiş bir kolajı” olduğunu görmektir. Hedef, edebiyattan kaçmak değil, edebiyatı kullanarak bireyciliğin bu steril kabusundan kolektif bir rüyaya uyanmaktır. Çünkü anlatılacak gerçek bir hikâye varsa, o asla tek bir “ben”e ait olamaz. O, her zaman “biz”im hikâyemizdir.

Bu ‘biz’in hikâyesini yazmak, eski araçlarla mümkün değildir. Bireysel dehanın fetişleştirilmesine dayalı yayıncılık endüstrisi, bu çok sesli anlatıları bir ‘ürün’ olarak paketleyemez. Dolayısıyla, kolektif üretim, kendi mecrasını yaratmak zorundadır. Dijital ağlar, wiki’ler, paylaşımlı dokümanlar ve anonim platformlar, bu yeni edebiyatın hem kâğıdı hem de matbaasıdır. Burada ‘yazar’ rolü, ‘ilham alan dâhi’ olmaktan çıkıp, bir ‘küratör’e, bir ‘bahçıvan’a veya bir ‘düğüm noktası’na dönüşür. Görevi, tekil bir sesle bağırmak değil, farklı seslerin bir araya gelip bir harmoni ya da bilinçli bir kakofoni oluşturabileceği alanı açmaktır. Bu, mülkiyetin değil, katılımın kutsandığı bir edebiyattır.

Aynı zamanda bu kolektif rüya, sadece estetik bir arayışın ötesinde, politik bir projenin taslağıdır. ‘Ben’ merkezli anlatıların bize dayattığı rekabetçi, atomize ve yabancılaşmış birey modeline karşı, ‘biz’in edebiyatı, işbirliğine ve ortak hafızaya dayalı bir varoluşu kurgular. Bu bir ‘mit-yaratımı’ eylemidir. Tıpkı Wu Ming’in Luther Blissett mitini bir direniş aracı olarak kullanması gibi, kolektif olarak üretilen yeni fantastik evrenler de, mevcut gerçekliğin alternatiflerinin mümkün olduğunu gösteren karşı-mitler olarak işlev görür. Edebiyat burada bir ‘kaçış’ alanı değil, gelecekteki bir ‘biz’in prova edildiği, toplumsal bir simülasyon alanıdır. Anlatıyı kolektifleştirmek, gerçekliği değiştirmenin ilk adımıdır.

Meraklısı ve ilgilisi için saydıklarım haricinde araştırdığım, takip ettiğim veya bu yazıyı yazarken öğrendiğim saydıklarım haricinde bazı kolektif-üretim örneklerini de paylaşayım.

Cthulhu ve SCP Vakfı’nın ötesinde, kolektif dehâ, dijital çağın anonim folklorunda, ‘creepypasta’ olgusunda kendini gösterir. Slender Man karakteri, tek bir yazarın tasarımı değil, internet forumlarında, resim düzenleme yarışmalarında ve kısa anonim hikâyelerde parçaları birleşen kolektif bir kâbustur. ‘Biz’, bu varlığı o kadar güçlü bir şekilde hayal etti ki, o, kurgunun sınırlarını aşıp toplumsal bir histeriye, gerçek bir folklorik varlığa dönüştü. Benzer bir şekilde, The Backrooms mitosu da, ‘liminal spaces’ estetiği üzerine kurulu, binlerce kullanıcının kendi ‘seviyelerini’, ‘varlıklarını’ ve ‘kurallarını’ eklediği devasa, rizomatik bir anlatıdır. Burada ‘yaratıcı’, kolektif bilincin ta kendisidir; metin, tek bir zihnin kontrolünden çıkmış, kendi kendine büyüyen bir organizmaya dönüşmüştür.

Bu anonim ve kaotik üretimlerin karşısında, daha yapılandırılmış kolektif modeller de mevcuttur. Bence türün yaşayan en iyi yazarlarından biri olan George R.R. Martin’in editörlüğünü yaptığı Wild Cards antoloji serisi, bu modelin en başarılı bilimkurgu örneklerinden biridir. Martin ve aralarında Roger Zelazny, Melinda Snodgrass gibi düzinelerce yazarın bulunduğu bir ‘biz’, ortak bir alternatif tarih evreni yaratmıştır. 1946’da New York’a yayılan uzaylı bir virüsün, insanları ‘Aslar’ (süper güçlüler) ve ‘Sırtlar’ (deforme olmuşlar) olarak ayırdığı bu evrende, her yazar kendi karakterini ve hikâyesini anlatır, ancak tüm bu hikâyeler daha büyük bir kolektif mozaiğin parçasıdır. Bu, ‘ben’in egosunu tamamen silmediği, ancak ‘ben’in yeteneklerini daha büyük bir ‘biz’in hizmetine sunduğu, farklı bir kolektif üretim biçimidir.